Hürriyet seyahat yazarı Nedim Gürselin son yazısı YALVAÇ ve ST. PAUL üzerine: YOL ARKADAŞIM PAVLUS Yazısı.
Yalvaç, adının yol açtığı çağrışımın aksine, "peygamber diyarı" bir kent görünümünde değil, kavakların gölgelediği, modern, temiz bir kasaba. Isparta'nın ilçeleri arasında kuşkusuz en ünlüsü. Bunda Hıristiyanlık tarihi açısından taşıdığı önemin de payı var elbette, ama adını, buraya gelmeden önce benim de sandığım gibi Aziz Pavlus'un serüvenlerinden almıyor. Pavlus'un izinden yollara düştüm ve bakın nelerle karşılaştım.
Pavlus, Barnabas eşliğinde o zamanki adıyla Pisidia Antiokheia'ya gelmiş evet, Bafos'ta başlayıp Anadolu'da süren ilk misyoner yolculuğu sırasında Kıbrıs'tan bindiği gemiyle Antalya'da karaya çıkıp Perge üzerinden İç Anadolu'nun dağlarla çevrili bu kurak, sert iklimli coğrafyasına dek ulaşmış. Hem de Toroslar'ı aşarken kurda kuşa yem olmak, yol kesen haydutların elinde can vermek pahasına. Strabon'un da dediği gibi "aşılmaz", sarp kayalıkların ötesindeki "Giden Gelmez Dağı"nı da ardında bırakıp ayak basmış yöreye. Ama Yalvaç adı onun burada bıraktığı izlerden değil, çok daha sonraları buraya yerleşen Oğuzlar'ın bir boyundan geliyor. Yine de, türküler hariç hemen hiçbir miras bırakmayan göçebe Oğuz kültürüne oranla antik kentin hâlâ ayakta duran yapıları çok daha etkileyici. Bu nedenle kent merkezinde fazla oyalanmadan, belediyenin "medar-ı iftiharı" porselen anıtına (turkuvaz rengi, devasa bir ibrikle fincandan ibaret!) bir göz attıktan sonra kuzeydeki tepeye serpilmiş yıkıntıların arasında aldık soluğu. Bir süre servilerin gölgesinde dinlenip eğitime çıkmış askerler gibi araziye dağıldık. Uzakta, zirveleri hâlâ karlı Karakuş ve Sultan dağları, daha yakında Roma su kemerleri ve bir zamanlar yörenin en görkemli kentlerinden biri olan Pisidia Antiokheia'dan kalanlar vardı. Yani, tüm antik Anadolu kentlerinde rastlayabileceğiniz sütunlu bir cadde, tapınak kalıntıları, hamam ve çeşmeler, duvarlar, bir de tiyatro. Ama ancak burada görebileceğiniz çok büyük bir kilisenin, bazilika biçiminde inşa edilmiş ve Pavlus'un vaaz verdiği eski kilisenin taban mozaikleriyle nasılsa ayakta kalabilmiş sütunlu duvarlarından biri de vardı.
TAŞ ZAMANA YENİK DÜŞTÜ PAVLUS'UN SÖZÜ DİRENDİ
Aslında bu kilisede değil, bir zamanlar onun yerinde yükselen havrada Yahudilere "Sevinçli Haber"i vermiş Pavlus. Ona "haberci" demeleri bu nedenle olsa gerek. Kendisinin de içinden çıktığı Yahudi topluluğunu, kıyamet gününden önce Mesih'in ölüler arasından dirilip yeryüzüne döneceğini söyleyerek Hıristiyan dinine davet etmiş, İsa öğretisini kucaklarlarsa, bu dünyada olmasa bile öteki dünyada kurtulacaklarını müjdelemiş. Ne var ki, putperestlerin bu yeni inanca gösterdikleri ilgiyi kıskanan Yahudiler havradan kovmuşlar onu, bunun üzerine yine yollara düşen aziz, dünyanın en uzak köşesine dek ulaşarak Yahudilere değil Anadolu coğrafyasının tüm uluslarına seslenme kararı almış. Resullerin İşleri'nde bu karar şöyle dile getiriliyor:
"Ve Pavlus ile Barnabas cesaretle konuşup dediler: 'Allah'ın sözünün önce size söylenmesi gerekiyordu; ama siz onu kendinizden itip attığınıza ve kendinizin sonsuz hayata layık olmadığınızı hükmettiğinize göre, işte, biz uluslara dönüyoruz.' (...) Ve uluslar bunu işitince sevindiler ve Rabb'in sözünü yücelttiler; ve sonsuz hayata tayin olunanların hepsi iman etti. Ve Rabb'in sözü bütün memlekette yayıldı."
Burada söz konusu memleketin Anadolu toprakları olduğunu düşünürsek bıkmadan, usanmadan, yorulmadan, her türlü güçlüğe katlanarak ve bu arada çalışmayı da ihmal etmeden yani keçi kılından çadır dokuyarak yol tepen Tarsus doğumlu Pavlus'un, saçları önden dökülmüş kel başı, kederli bakışları ve abanoz rengi sakalıyla neden yörenin tüm duvar fresklerinde ve mozaiklerinde tasvir edildiğini daha iyi anlarız. Ama aslında kalıcı olan ne bu tasvirler ne de yapılar. Kalıcı olan söz. Yalvaç'ta bugün Aziz Pavlus Bazilikası'ndan, bir duvar hariç hemen hiçbir şey kalmamış ayakta, zamana taş yenilmiş, söz değil. Söz dün söylenmiş olsa da, yazıya geçtiği için bugüne ulaşabilmiş, oysa taş direnememiş zamana. Bunu yol arkadaşım Pavlus'un izini sürerken yalnızca burada, çevredeki çıplak tepelere ve yakıcı güneşe inat aşağıda yeşillikler içinde yayılıp uzanan Yalvaç'ta değil, bir gece Konya'da konakladıktan sonra ertesi gün Seydişehir yolundan Kayalık köyüne saptığımızda da fark ettim.
KAYALIK KÖYÜ BANA 9 BİN YIL ÖNCESİNİ ÇAĞRIŞTIRDI
Aslında Kilistra'ydı menzilimiz, orada bir süre durup kayaların içine oyulmuş küçük kiliseleri, Pavlus'un kent halkı tarafından taşlandıktan sonra öldü sanılarak bir kavağın gölgesine bırakıldığı koyağı, vakit kalırsa Kazdağı çobanlarından dinlediğimiz Sarı Kız efsanesinin Kilistra versiyonunu keşfedecektik. Ama öngördüğümüz gibi olmadı. Nasılsa yitirdik yolumuzu, derken tozları kaldırarak bir patikaya, oradan bir başka yola saptık. Ve ine çıka Kayalık Köyü'nün orta yerinde bulduk kendimizi. Yol burada bitti. Dünyanın ucuna gelmiştik sanki, daha öteye gidemezdik. Çaresiz geri döndük. Kayalık Köyü halkı, buradan az ötedeki Çatalhöyük'te dokuz bin yıl önce insanlar nasıl yaşıyordularsa, derme çatma kerpiç evlerinde öyle yaşıyorlardı. Mahmut Makal'ın Bizim Köyü'nü anımsadım, doğduğum yıllarda Kayseri'nin Demirci köyünde yaşayanları. Mahmut Makal'ın gerçekçi bir bakışla anlattığı kendi köylülerini. Carlo Levi'nin İsa Bu Köye Uğramadı adlı kitabında betimlediği ve Atlas dergisine bir röportaj yapmak amacıyla bizzat gidip gördüğüm İtalya'nın güneyindeki Aliano'yu da anımsadım. Belki Aziz Pavlus uğramıştı buraya, yoksul halka kurtuluş haberini iletmişti ama, herhalde İsa'nın yolu düşmemişti Kayalık Köyü'ne. Çocuklar yarım asır öncesindeki gibi donsuz ve cılız, köylüler diz boyu yoksulluk içindeydiler. Ve hayvanlarıyla öylesine haşır neşirdiler ki, bizi tanımadılar bile.
PAVLUS, KİLİSTRA'DA GİYSİSİNİ PARÇALAMIŞTI
Kilistra, günümüzdeki adıyla Gökyurt, küçük bir Kapadokya görünümünde. Köy, sırtını yamaca vermiş taş evlerden ibaret, oysa Pavlus'un buraya gelip öleyazdığı çağda halk, kentin ileri gelenleri de dahil kayaların içine oydukları evlerde oturuyor, soylularını höyüklere, sıradan ölülerini kaya mezarlarına gömüyorlardı. Düşman bir ordunun askerleri gibi yan yana dizili bu kayalar başka bir gezegenden gelip buraya kök salmışlar gibi ürkütücüydüler. Eğer "Kaya Efsanesi"nde olduğu gibi bir evliya emir verse saldırmaya hazırdılar. Pavlus, Kilistra'da bir hastayı dokunarak iyileştirince halk onun ve yoldaşı Barnabas'ın yeryüzüne inmiş tanrılar olduklarına kanaat getirmiş ve konukseverliğini tıpkı daha önce anlattığım "Philemon ile Baukis" efsanesinde olduğu gibi, bu yeni tanrılardan esirgememiş. Ama İsa Mesih'in habercileri giysilerini parçalayarak Zeus ve Hermes gibi tanrı değil birer kul olduklarını ispat etmişler. Ve peşlerine düşüp Konya'dan gelen düşmanlarının hışmına uğramışlar burada.
Kilistra'da tarih boyunca olup bitenleri düşündüm. Yani, saklı kentlerin insanlarını. İnanç ve baskıyı. Ölümü, evet cennetten kovulduktan sonra salgın bir hastalık gibi yeryüzüne inen ölümlü insanoğlunun hemcinslerine yaptıklarını. Ve Konya'da, adı kadar alçakgönüllü Balıkçılar Oteli'nin terasında Mevlânâ'nın türbesine karşı demlenir, "Konya'da Sanrı"yı yazdığım günleri yad ederken, aşağıda alanı fır dönen belediye otobüslerine yazılmış sözleri anımsadım: "Başkalarının kusurlarını örtmede gece gibi ol / Alçakgönüllülükte toprak gibi ol / Cömertlik ve fedakârlıkta akarsu gibi ol / Öfke ve sabırda ölü gibi ol." Mevlânâ'nın hoşgörü ve dayanışma üzerine kurulu felsefesini dile getiren bu sözler Konya belediye otobüsleri gibi dönüp duruyordu zihnimde. Ertesi gün, Kilistra'dan sonra bu otobüslerden biriyle kaderin sillesini yemiş bir başka köye, adı üstünde Sille'ye gideceğimi henüz bilmiyordum.
ALTI BİN YILLIK SİLLE
Sille, Konya'nın biraz dışında, kıraç tepelerle çevrili sivri kayaların dibindeki küçük koyakta akan derenin kıyısına kurulmuş çok eski bir yerleşim merkezi. Tarihi MÖ 6 bine dek gidiyor, adıysa Yunancada coşkun su anlamındaki "elenos" sözcüğünden kaynaklanıyor. Türkçedeki "sille"yle bir ilgisi yok anlayacağınız, ama Türkçe konuşan Ortodokslar'dan, yani Karamanlılardan oluşan halkının mübadelede göçe zorlandıkları düşünülürse, ona bu sıfatı da yakıştırabiliriz.
Coşkun sudan en küçük iz yoktu Sille'ye geldiğimde, dere kurumuştu. Bir keçi sürüsü otluyordu taş köprünün altında. Kaya kiliselerini, duvar fresklerinin aşınıp döküldüğü bu en eski ibadet yerleriyle Selçuklulardan kalma taş köprüyü gördükten sonra, ünü Paris'e dek gelen Ak Manastır'ı (Hagios Khariton) da ziyaret etmek istedim. Bu manastıra Mevlevi dervişlerin çok sık uğradıklarını biliyordum. Askeri bölgede kaldığını söylediler. Böylesine önemli bir tarihsel mirasın koruma altına alınması gerekirken askere bırakılması anlaşılır gibi değil. Buna karşılık köydeki Bizans kilisesi ziyarete açık. Kubbesi çökmüş de olsa yuvarlak ve oval pencereleri, taş kapısıyla ilginç bir görünüşü var. Girişte, Aziz Yorgo'nun ejderi öldürüşünü tasvir eden iki küçük freskin arasındaki Rumca kitabede şunlar yazılı: "327'de bu şerif kilisemiz Ayia Eleni Mihail Arhan Kolos ismine kuruldu. Temeli, halen kilisemizin üçüncü tamiri, şevketlü Sultan Mahmut efendimiz ihsan eyledi emri. Epit Ropos Sarraf Hacı İlya oldu tekmil nazırı. Mihail Arhan Kolos'un şefaati ile Haktealâ imdat edenlere ve zahmet çekenlere verecek ecri".
Haktealâ, Türkçe konuşan, ne var ki Müslüman olmayan Sille halkının yüzyıllardır yaşadıkları bu topraklardan tanımadıkları, dilini bilmedikleri, düşlerinde bile görmedikleri bir başka ülkeye gönderilmelerini önleyemedi ne yazık ki.
Köyün kahvesine oturup bir çay söyledim, sonra da bakkaldan bir gazete istedim. Çember sakallı, takkeli bakkal gazeteyi okumak için mi yoksa paket yapmak için mi istediğimi sordu önce, sonra da burada gazete satılmadığını belirtmek gereğini duydu. Mübadeleden, yani 1924'ten önce yolum Sille'ye düşseydi bakkaldan aynı karşılığı almazdım herhalde.
Kaynak: http://www.hurriyet.com.tr/seyahat/15276308.asp?mnID=15276308